İlke, prensip, kural üçü de aynı manaya gelen eş anlamlı kelimelerdir.
İlkeli olmak; prensip sahibi, düzenli olmak, başıboş hareket etmemek, belirli sınırlar içinde yaşamak, hayatın akışına kendini kaptırmamak demektir.
Her insanın, aldığı eğitime, yetişme biçimine göre edindiği düşünceleri ve bunların ışığında kendisiyle özdeşleşmiş olan davranış biçimleri söz konusudur. Bu düşünce ve davranış biçimlerinin toplamı, o kişinin yaşam çizgisindeki ilkelerini oluşturur. İlkeli olmak denince akla genellikle olumlu değerlere sahip olmak düşüncesi gelir. Doğruluk, dürüstlük, güvenirlilik, tutarlılık, açıklık, çalışkanlık gibi…
İnsanlar ilkeli olmak ya da belirli kurallara göre yaşamak zorunda mıdır? Nedir bu kurallar? Bu soruları öncelikle cevaplamalıyız. İnsanoğlu yeryüzünde belli kurallar içerisinde hareket etmeli. Etmezse ne olur? Yeryüzünde kargaşa çıkar. Bugün olduğu gibi. Ayrıca baki âlem olan ahirette kuralsızlar kaybedenlerden olacaktır. İnsanoğlu dünyada yaptıklarının karşılığını o gün iyi veya kötü orada görecektir.
Nedir bu kurallar? Rabbimizin emir ve yasakları, insanın kendi ilke ve prensipleri, yaşanılan devletin kuralları, üye olunan STK’ların veya cemaatlerin kuralları gibi…
İlkeli olmak, yalnızca bireye özgü bir kavram değildir. İlkeli olmak kurumlar, cemaatler, sivil toplum kuruluşları dediğimiz, sendikalar, vakıflar, dernekler için de geçerlidir.
Bizler zaman içinde değişmez ilkeleri, kuralları olan yüce dinin mensuplarıyız. İnsanoğlu öncelikle Rabbimiz olan Allah (c.c.) ve O’nun Rasûlu Hz. Muhammed Mustafa Efendimizin (s.a.v.) bizlere bildirdiği emir ve yasaklara uymak durumundadır.
Yüce kitabımızdaki şu ayet-i kerimeleri hatırlayalım: “Bizim sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”[1]
“İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?”[2]
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘İman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?”[3]
İlkelerin bağlayıcılığı vardır. İnsanların davranışlarını belirler. Bu prensipler, sayesinde kişi hayatına yön verir. Amaçlarına, hedeflerine ancak bu şekilde ulaşılabilir. İlkeli duran kimliğini muhafaza eder. Bir insanın kişilik sahibi olması ilkeli olmasıyla eşdeğerdir. Hareketler ve sivil toplum kuruluşları da bu ilkeler sayesinde ayakta kalabilirler.
İlkeli olmak dine sahip çıkmak demektir. Dinin yaşaması ve gelecek nesillere ulaşmasına vesile olmaktır. Allah rızasına ermek demektir.
İlkeli olmak inandığı kurallar dışına çıkmamaktır. Kendin olmak özgür olmaktır. Kendisini kabul etmeyen insan başkası olmaya mahkûmdur. İlkeli olmayanlar yani inandığı gibi yaşamayanlar yaşadığına inanmaya başlarlar. Bugün ümmetin batılılaşmaya kayması işte tam da bu manaya gelmektedir. Oysa insanı insan yapan prensipleridir. İlkeli olan insan başkalaşmayacağı gibi ilkeli olan insanın satın alınması da imkânsızdır. Çünkü o küçük çıkarların, küçük hesapların adamı değildir. Eğilmez dik durur. Mehmet Akif’in dediği gibi: “Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum!”[4]
İlkeli olmak, kimsenin olmadığı yerde bile doğru olanı yapmaktır. Yani ikiyüzlü olmamaktır. Münafıklaşmamaktır.
İlkesi olan insanın düşüncesi nettir. Neyse odur. Dün kara dediğine bugün beyaz demez. Dün savunduğu değerleri bugünde savunmaya devam etmektir.
İlkeli insan olmak demek, söylemi ile eylemi bir olmak demektir. Söylediklerini yapan insan demektir. O dürüsttür. İlkesi olan insan bilerek kimseye yanlış yapmaz.
İlkeli olmak aynı zamanda omurgalı olmaktır. Adam olmaktır ve adam kalmaktır.
İlkesi olanın rotası, istikameti bellidir.
İlkesizlik yani kuralsızlık ise günün şartlarına ayak uydurmak demektir. İlkeli olan kişiler ve hareketler belirli bir istikamet üzere yol alırlar. Ancak ilkesi olmayanlar ise nereye gideceği belli olmayan bir gemi gibidir. Hani derler ya “hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım etmez.”
İlkesizlik düşünsel sapmaya neden olur. Çağımızın tutarsız, ilkesiz kişilikleri ve mevki, para, bir takım kazançlar peşine düşen STK’lar da değişime uğradı, ne yazık ki onlarda dönüştüler. Birçoğu kuruluş amaç ve gayelerinden uzaklaştılar.
İlkesizliğin revaçta olduğu, ilkelilerin dışlandığı, hor görüldüğü kuralların insanın özgürlüğünü kısıtladığı söylemlerinin olduğu bir çağdayız. Estiği rüzgâra göre dönenlerin, döneklerin bol olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu en büyük ilkesizliktir. İnsanlık adına ve gelecek adına vahim bir durumdayız.
Kâinatta bile bir denge var iken, insanın nizam tanımaması, kuralsız, başıboş hareket etmesi nasıl kabul edilebilir ki.
İlkesizliğin Nedenleri:
– İnsanın yetiştiği aile ortamı, insanın karakter yapısını oluşturan en önemli faktördür. İnsan bu ortamda şekillenir. Bu hususta Hz. Peygamber’in (s.a.v.): “Her doğan, İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusî yapar.”[5] sözü unutulmamalıdır.
– Allah’ın (c.c.) Kitabı’na ve Peygamber’in (s.a.v.) Sünneti’ne tabi olmamak.
– İman zayıflığı, Allah’a, ahirete, cennet ve cehenneme inanmamak ve hesap verme bilinci zayıflığı.
-İnsanların kitap okumaması. Hâlbuki okumak, kendini bilmek, hayatı doğru anlamlandırmaktır. Okumak insanı hakka ve hakikate götürür. Okumamak ilkesizliğe neden olan en önemli unsurlardan biridir. Çünkü okuyarak insan bilgilenir ve eksiklerini giderir dosdoğru bir kişilik olur.
– Sohbet, muhabbet ortamlarında bulunmamak, nasihat dinlememek.
– Nefsi tanımamak, nefis ile mücadele yapmamak. Nefis arzu ve isteklerdir. Nefis, insanı her zaman şerre yöneltmek ister. Bu sebeple nefislerin şerrinden de Allah’a (c.c.) sığınmak lâzımdır.
– İnsanın baş düşmanı şeytanı tanımamak, onunla mücadele etmemek ve vesveselerine karşı uyanık olmamak.
Hiç şüphesiz yarınlar; ilkeli olanların paraya, makama, insana kul olmayanların olacaktır.
Ya ilkeli yaşam, nizam ve intizama uymak ve kazanmak ya da ilkesizlik, omurgasızlık, kişiliksizlik, ikiyüzlülük ve hüsran.
Rabbim bizleri onun emirlerine göre yaşayan, istikamet üzere olan, ilkeli, prensip sahibi müminlerden eylesin. İlkesiz, ikiyüzlü kişilerden, hareketlerden ve topluluklardan beri eylesin. Amin.
[1] Mü’minûn Sûresi; 23/115.
[2] Kıyame Sûresi; 75/36.
[3] Ankebut Sûresi; 29/2.
[4] Safahat, Altıncı Kitap – Sahife: 400.
[5] Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvûd, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5.